30 Kasım 2009 Pazartesi

pare'm

hafızamı kaybettim.

bulanmak isteyen; günlerim,kızılım,uzagım,kirpigim hatta sen

sen!

kaşım ahh gözüm ..

bi sabah ellerim titreyerek uyandı utancından,

ben işte, çapına dair şiirler seciyordum

utancından ellerim

bir türlü anlatamıyordum,

ki sen

oracıga serilmiş meraklı bir baykuş gibi izliyordun,

ne zaman uykun gelse burası biraz daha soguyordu.

ben inadına yakıyordum ne varsa elimde,

edip bagırıyordu;

''... kurbağalara bakmaktan geliyorum. ben yakup
bunu yakup söyledi
yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde
gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim
bir kırlangıç onu kirletmese
ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben
onları hiç sevmem
ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
odamın düşünülmesi halinde bile
kimseler yoktur
biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
ve biraz da çarşılar
ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
bitmesin
çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
kirli ve eski
bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
intiharlara doğru büyüyen içinde
ben, yani yakup
kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
açgözlü, mor kurbağalara
akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki
bir bardak da süt içeceğim. sonra
bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
ben
gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış yakup
uyumak istiyorum.

ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde
..."

qq,

için.


13 Kasım 2009 Cuma

savaşmak istemeyen delikanlı, otel odasında balık besler.
simdi bir bir soyuyorum kendimi, parmaklarımdan mum damlasını soker gibi keyifli,
biraz viskim var, mısırdan olan
ehh ..
kendi cikolatanızı da artık kendiniz alırsınız amına koyim.

ayıkıyo musun dayı?

8 Kasım 2009 Pazar

sonra o şarkı başladı işte

saat onikiyi biraz geçiyordu

arayacak kimse yoktu

arayacak durum yoktu

durum, nedeni öldürüyordu ciyak ciyak

agzımı kapadım, ısırdım parmaklarımı.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Kimi istavritler büyüyünce balina olurlar: Kes yapıştır bunu ahenge.
Kokainin dişetlerini ziyareti esnasındaki keşmekeş: Yüzüne İstanbul şehir haritasını dövme diye yaptıran katil. Geride bıraktığın ipuçlarını izleyerek buldu seni hüzün. Sen bunu haketmiştin, sen bununla gübrelenmiştin; şimdi sıfırın alımda bir kalple seviyorsun sevebileceklerini. Aynı mail'i atıyorsun tüm arkadaşlarına: "Ben oluşan değil, olan bir şeydim zaten!"
Kimse cevap yazmıyor artık sana; herkes Harry Potter'ın peşindeyken sen hâlâ Pinokyo derdindesin.
Kimi istavritler büyüyünce denizanası olurlar: Kes yapıştır bunu bilmeceye.
Şeriat var histerinde: Sanıyorsun ki, bütün bedenlerin gücüne gidiyor senin sigortasız, kredisiz özgürlüğün; oysa böyle hükmetmeyi öğrendin kainata: Sınırları zorlayan bîr terbiyesizlikle. Elbette yalnız kalacaktın, çünkü zulmü aşka alet ettin. Fotoğraflara taptın. Küçük notlara taptın. Kitsch'leşen her şeyle avundun ve yıprandın sürekli. Depresyonlarınla övündün. Depresyonlarınla küçümsedin dünyayı. O lâ la!
Kanla çiftleşen gurursun: Hafızana al bunu. Yüce değilsin, yüceliği taşıyamazsın: Tıraşladığın organın sınırlarına yerleştir bunu.
Seyrettiğin filmlerin etkisi altında kalıyorsun, tarzının kapasitesi gereği: Ben sana başrol teklif ettim, sen figüran olmayı seçtin; ahh bunu da al hafızana, hafızanı hafızamla koru.
Kimi istavritler büyüyünce okyanus olurlar: Kes yapıştır bunu bilince. Okyanusun ortasındaki keskin dönenceyi acıya soru diye sor, soruyu korkularının nedenleriyle koru. Unut beni.
Ve unuttuğunu hatırla yalnızca.

gunah seansları

kücük iskender
-no additional shots nor powder. a compass that doesn’t point north. and i half expected it to be made of wood. you are without doubt the worst pirate i’ve ever heard of ..

-but you have heard of me?


24 Ekim 2009 Cumartesi

atın nerde lan ?

17 Ekim 2009 Cumartesi

bugun yola cıkıyorum,


kirpiklerim rüzgara kapılır bulamazsınız beni,

ne a'laa

; )

28 Eylül 2009 Pazartesi

billy elliot

Şimdilerde onu bilen fazla insan kalmadı. Bilenler de hatırlamak istemezler. Babam bana ondan söz ettiğinde on yaşlarında falandım heralde. "Beşiktaş futbol takımına bugüne kadar gelmiş en büyük yetenek," diye söze başlamıştı gözlerini devirerek, "Balerin Sabri'dir." Hayrete düşmüştüm. Demek Baba Hakkı'dan, Recep Adanır'dan hatta Şükrü Gülesin'den bile daha büyük bir Beşiktaşlı topçu vardı. Peki nasıl olur da babam gibi hasta Beşiktaşlı o güne dek bana onun hakkında tek söz etmemiş olabilirdi? Hem o ne biçim bir isimdi öyle? Balerin Sabri! Hiç büyük bir topçuya takılacak lakap mıydı Balerin? "Sabri amatör kümede Süleymaniye formasıyla yirmi maçta tam yüz sekiz gol atınca hemen Beşiktaş'a transfer edilmişti" dedi babam. "Gelişi kulüpte büyük heyecan yaratmıştı. daha Beşiktaş'la bir tek maça çıkmamasına rağmen yöneticiler tarafından Türk futbolunun en büyük yıldızı ilan edilmişti. Biz taraftarlar da takıma iyi bir topçu geldiği için seviniyorduk tabii ama doğrusu yöneticilerin biraz fazla yaygara koparttığına inanıyorduk. Sonra Şeref Stadı'ndaki ilk antremanda onu gördük. İşte o zaman hakkında az bile söylendiğini anladık. Karşımızdaki adam bir futbolcu değil bir büyücüydü! Her şeyiyle bambaşkaydı. Topu ayağına alışıyla, orta yapışıyla, şut çekişiyle, hatta sahada duruşuyla. Hele o çalımları... Su içer gibi adam geçiyordu. Zaten Balerin lakabı da kendisine olağanüstü yumuşaklıktaki bilekleri ve zarif oyunu nedeniyle takılmıştı. Bir keresinde Beton Hüsnü'yü öyle bir terse yatırmıştı ki zavallının belinden gelen "kırt" sesini biz tribünlerden duymuştuk. Yalnızca Beton Hüsnü mü? Balerin Sabri'nin karşısında hiçbir savunma oyuncusunun şansı yoktu. Güle oynaya dört beş rakip oyuncunun arasına dalıyor, yılankavi hareketlerle topu sağa sola çekiyor, ayaklarının arasına alıyor, ayağından açıyor, sonra canı istediği zaman topu büsbütün bırakıp curcunanın içinden çıkıveriyor ve her nasıl oluyorsa top da peşinden gelip kendisini yeniden onun sihirli ayaklarına teslim ediyordu. O güne dek böyle birşey görmemiştik. Balerin Sabri'nin ayaklarında top yaşayan bir şeye dönüşüveriyordu sanki. O golünü attığında az önce geçtiği adamlar hala umutsuzca topu arıyor oluyorlardı."

"Demek o kadar büyük bir topçuydu ha," dedim ilgiyle. "Peki neden..."

Babam sorumu bitirmeme fırsat vermeden sazı eline aldı yeniden. "Ne diyorsun sen! Sonradan İngiltere Kraliçesi tarafından "sir" unvanına layık görülen, dünyanın en büyük sağ iç oyuncusu Stanley Mathews'a ünlü 'fırdolayı çalımını' öğreten de Balerin Sabri'den başkası değildir." Talihsizlik, babam bu son cümleyi söylerken kafama bir bardak su dikmiştim ve yırtık bir kahkahayla hepsini ağzımdan püskürttüm. Beşiktaş hakkında böyle süslü laflar etmeye ve laf aramızda biraz da sallamaya bayıldığını biliyordum tabii ama bu kadar abarttığına da hiç tanık olmamıştım o zamana dek.

"Bu doğru oğlum," dedi babam sakin sakin suratını silerek. "Mathews tatil için ailesiyle İstanbul'a geldiğinde Beşiktaş'ın antremanını seyretmeye gidiyor ve orada Sabri'yi görüyor. Antremandan sonra gidip o inanılmaz güzellikteki çalımın sırrını kendisine öğretmesi için yalvarıyor. Sabri de acıyıp gösteriyor ona."

Hepsi iyi hoştu da. Beşiktaş tarihinden söz ederken içi içine sığmayan, gözleri parlayan babam bu akıl almaz adamın öyküsünü tuhaf bir sükunet, hatta hüzünle anlatıyor gibiydi. İşin sonunun pek hayırlı gelmediği belliydi. Meraklanmıştım iyice. "Mahalli küme yıllarıydı," diye sürdürdü babam. "Sezona her zamankinden daha iddialı ve heyecanlı başlamıştık. Çok güçlü bir takımımız vardı ve tüm camia şampiyonluktan emindi. Hele Balerin Sabri bizdeyken hiçbir rakibimize şans tanımıyorduk. Ne yazık ki, kötü kaderi hesaba katmamıştık. Balerin Sabri sezon başlamadan hemen önce menisküs oldu. Çok sarsılmıştık tabi. Yine de yer aldığımız Kırmızı Grup'taki maçlarımızı lider bitirmeyi başardık. Beyaz grubun lideri ise ezeli rakibimiz Fenerbahçe'ydi. Şampiyonluğu bu iki takımın oynayacağı final maçı belirleyecekti."

"Maç günü Vefa Stadı'nın tribünleri tıklım tıklım doluydu. Ben de her zamanki gibi yerimi almıştım tabii Kara Kartal tribünlerinde. Sabri kısa bir süre önce iyileşmiş, antremanlara çıkmaya başlamıştı. Ancak hoca hem grup birinciliğini garantileyen takımı bozmamak hem de Sabri'nin sağlığını tehlikeye atmamak için onu maçlarda oynatmıyordu. Yine de Fenerbahçe maçının yedek kadrosundaydı Sabri. Belli ki maç zora girerse oyuna alınacaktı. Her neyse, oyun son derece zevkli ve çekişmeli geçiyordu. Bir onlar yükleniyordu, bir biz. Fakat iki taraf da gol atamıyordu bir türlü. İkinci devrede Beşiktaş tribünleri inliyordu “Balerin, Balerin” diye. Nihayet hoca bitime on dakika kala soktu Sabri’yi oyuna. Birkaç dakika sonra orta saha civarında bir noktada top geldi ayağına. Var gücüyle üzerine hücum eden Fenerli oyuncudan küçücük bir bilek hareketiyle zahmetsizce sıyrılıverdi. Kafasını kaldırıp rakip kaleye şöyle bir baktı ve ilerlemeye başladı. Niyetini anlamıştık. Sonuna kadar gidecekti. Hep bir ağızdan çılgınca bir tezahürat tutturduk. Sabri o kendine özgü acayip hareketleriyle önüne gelen çalımı basarak pervasızca indi on sekize. İlk geçtiği adamlar koşup yeniden bastırıyordu ama Sabri on sekiz içinde hepsinin belini bir tur daha kırdı. En son kaleciye de bir beşlik atıp kale çizgisine ulaştı ve hepimiz topu boş kaleye yuvarlamasını beklerken …”

“Ee? Ne oldu sonra? Anlatsana.” Heyecanlanmıştım tabii. Ne de olsa çocukların herkesten çok kahramanlara ihtiyacı vardır.

“Geri döndü,” dedi babam berbat bir suratla. “Dönüp çalımlarını sürdürdü. Kendi arkadaşları da dâhil olmak üzere üstüne atlayan herkesle didişiyor, bir türlü bırakmıyordu topu. Tribünde herkes sus pustu. Kimse gördüklerinin gerçek olduğuna inanmıyordu. Sonunda biri buna bir omuz koydu. Balerin iki seksen yere yapıştı, sonra da vurdular topa gitti…”

“Hayret!” Niye atmadı ki golü acaba?” diye sordum.

“Niye olacak? Diye parladı birden babam. “Para yediği için tabii, pezevenk!”

“İyi de, para yiyen adam niye öyle bütün takımı ipe dizip kale çizgisine kadar insin ki?”

“Bunu ben de çok düşündüm,” dedi babam zihinsel faaliyetlerinin yoğunluğunu ortaya koyduğuna inandığı şekilde kaşlarından birini kaldırarak. “İlk kez Beşiktaş formasıyla sahaya çıkıyordu ve gol atmasa bile ne kadar büyük bir topçu olduğunu herkese göstermek istedi. Ama sonra ipin ucunu kaçırıverdi birden. Bir de baktı ki kalenin ağzında… E parayı da yemiş, ne yapacak? Gerisin geri döndü çaresiz…” Boş boş bakıyor olmalıydım ki babam sözlerini özetleme gereği duydu. “Kantarın topuzunu kaçırdı, senin anlayacağın.”

Bu açıklama pek aklıma yatmamıştı ama onu kızdırmamak için bu konuda bir şey söylemedim. “Peki sonra ne oldu Balerin Sabri’ye?”

“Bitti tabii namussuzun futbol hayatı. Kimse bir şikeciyi, daha doğrusu şikeciliği apaçık belli birini istemedi takımında. O zamanlar insanlar şimdikinden daha namuslu değilse de daha utangaçtı. Bir iki yıl daha amatör takımlarda süründüğünü duydum, sonra tamamen bıraktı futbolu.”

“Maç kaç kaç bitti?” diye sordum korka korka.

Babam bir sigara yaktı. “Uzatmada yedik golü. 1-0 aldı Fener.”

***
Balerin Sabri’yi yıllar sonra yeniden anımsamamın sebebi, 2.lig’de kopan bir şike skandalı üzerine, çalıştığım gazetenin “tarihte şike” konulu bir yazı dizisi hazırlamaya karar vermesiydi. Kırk yıllık spor yazarı olan yazı işleri müdürümüz bile güçlükle anımsadı Balerin Sabri olayını, benim bilmeme de çok şaştı. “Yaşıyor mu ki lan o?” diye sordu önce.

Buna hazırlıklıydım. “Evet. Beşiktaş’ta bir kahveye takılıyormuş.”

“Beşiktaş’ta mı? Garip. Git bir konuş bakalım, çıkar belki bir şeyler,” dedi soğuk soğuk.

Kahve, çarşıdan balık pazarına uzanan yol üzerindeki çirkin bir binanın ikinci katındaydı. “Sabri Bey’le görüşecektim,” dedim kahveciye.

Bir an düşündü. “Satılmışı mı diyorsun?”

“Sanırım,” dedim. Kırk beş yıl sonra arkadaşları tarafından bile böyle anılıyordu. İnsan bir yanlış yapmaya görsün şu hayatta.

Başıyla bana bir masada tek başına oturmuş toto kuponu dolduran ezik büzük bir adamı işaret etti. Daha önce sadece Süleymaniye’den Beşiktaş’a transfer olduğu sene çekilen gençlik fotoğraflarını görmüştüm onun. Epeyi farklı gözüküyordu. İşin aslı, perişan gözüküyordu. Yalnız çakmak çakmak yanan siyah gözleri aynıydı. Nedense ondan ziyade kendime acıdım.

Yanına gidip kendimi tanıttım. Kafasını kaldırıp bana baktı. Gözü boynuma asılı fotoğraf makinesine takıldı. İfadesi pek dostça sayılmazdı. Bunu yadırgamadım. Futbol hayatının sönmesinde meslektaşlarımın hatırı sayılır etkisi olmuştu. “Telefonda konuşmuştuk,” dedim o bir şey söylemeyince. Karşısına oturup fotoğraf makinemi onun görüş alanının dışında kalsın diye kucağıma yerleştirdim.

“Hayrola?” dedi, tekrar önündeki kuponuna dönerek. “Satılmışlarla ilgili bir yazı mı yazıyorsun?”

“Sizinle ilgili bir yazı hazırlamak istiyorum.” dedim. Yalan sayılmazdı. Çaktırmadan kuponuna göz attım. Önümüzdeki hafta oynanacak Beşiktaş-Gençlerbirliği maçını direkt 2 geçmişti.

“Pekala. Sor bakalım.”

“Kısa ama çok görkemli bir futbol hayatınız oldu. Ne yaptınız futbolu bıraktıktan sonra?”

“Geç bunları.” dedi gözlerini gözlerime dikerek. “Ne bilmek istiyorsun?”

“Futbolla hala ilgileniyorsunuz. Bir gazete ya da televizyonda yorumculuk yapmayı falan düşünmediniz mi?” Düpedüz saçmalıyordum.

Nitekim yandaki masada pişpirik oynayanlardan biri bunu yüzüme vurmakta gecikmedi. “Ayıp ettin. Banu Alkan’la film bile çevirecek yakında: Fındıkkıran Sabri, Afrodit’e Karşı!” Hepsi kahkahayı bastılar.

Balerin Sabri kıpkırmızı kesilmişti. “Sen buraya beni hasta etmeye mi geldin oğlum? Ne istiyorsun benden?”

Havalı genç gazeteci pozları keserken bir anda ortamın maskarasına dönüşmüştüm. Balerin Sabri’nin düşmanca tavrını derhal kırmam gerekiyordu. O zaman bir insanı kandırmanın en iyi yolunun ona dürüst davranmak olduğunu hatırladım. Bir yere kadar tabii. Babamın onunla ilgili anlattığı hikâyeyi hemen hemen aynen aktardım. Ama rahmetli babamın Balerin Sabri’nin para yediğine asla inanmadığı, o golü atmamasının hiç kimsenin bilmediği, çok özel bir sebebi olduğunu söylediği yalanını sıktıktım. Ben de aynen böyle düşünüyordum ve o gün oraya çocukluğumun kahramanıyla görüşmeye gelmiştim. Sözlerim işe yaramıştı. Bakışlarına yumuşak, neredeyse sevecen bir hava gelmişti. Kahveciye dönüp iki çay ısmarlayınca iyice cesaretlendim. “Şimdi bilmek istiyorum,” dedim, “o golü neden atmadınız?”

“Bunu şimdiye kadar birkaç kişiye anlatmaya çalıştım,” dedi derin bir iç çekerek. “Kimse anlayamadı.”

“Ben anlarım,” dedim heyecanla.

“Dinle öyleyse,” diyerek bir Birinci sigarası yaktı, dumanını havaya üfledi. “Bilirsin ki gol, futbolun amacı ve orgazm anıdır. Ben de futbol hayatım boyunca pek çok gol attım.” Pek çok adam öldürdüm der gibi tonlamıştı bu lafı nedense. Bakışları uzaklarda bir yerlere dalıp gitmiş, sürdürdü konuşmasını. “Attığım her golde sevinir ama bir yanda da içimde bir şeylerin yitip gittiğini hissederdim. Yıllar içinde gitgide büyüyen ve nihayetinde beni derin bir mutsuzluğun pençesine düşüren bu duygunun sebebini nihayet bir gün keşfettim: Gol atmak için kaçınılmaz olarak toptan ayrılmam ve oyunu nihayetlendirmem gerekiyordu. Oysa ben bunu istemiyordum ki. Gol de neymiş? Ben futbol oynarken sadece topa değil tüm evrene ve zamana hükmettiğimi hissederdim. Bir tanrı gibi! İnsana böyle hissettiren tek şey aşktır ve ben de topa âşıktım işte. Bana bütün hüneri veren aşkım ve ona olan bağlılığımdı. O gün maça çıktığımda da bunu bütün varlığımla hissediyordum. İşte bu güçle önüme gelen herkesi geçip kaleye kadar gidebildim. Tam çizgiye geldiğim noktada da bir gol için değmez diye düşündüm. Onu terk edemem. Bana yakışmaz. Ne pahasına olursa olsun oyunu sürdürmeliydim. Aşkım için bunu yapmalıydım. Yaptım da.” Gurur kıvılcımlarıyla yüklü bakışlarını bana çevirdi. “Sen de delikanlı bir gün aşık olursan, bilesin ki onu yaşatmanın tek yolu kendini mahvetmektir.”

Kafam karışmıştı. “İyi de, dediğiniz gibi futbolun amacı goldür,” dedim. “Gol olmadan futbol çekilmez bir şey haline gelir. Kim öyle bir oyunu seyretmek ister ki?”

Sessizce suratıma baktı, “Yüz lira,” dedi sonunda.

“Ne yüz lirası?”

“O maçı satmak için aldığım para.”

Hayal kırıklığı içinde birbirimize bakıyorduk. Balerin Sabri toto kuponunu tekrar önüne çekti. “Haydi, siktir git şimdi.”

Alper Canigüz

17 Eylül 2009 Perşembe

le rumba de barcelona

ne diyordu aylak adam da?

''sevgilisinin günlüğünü okurken sevgilisinin yazdığı "23 temmuz.onu seviyorum" yazısına rastlar ve şöyle der:
yalan söylüyor.eğer beni çok sevseydi o günün tarihini hatırlamazdı.''


peki o küt saclı kız giderken ne yazmıstı aynanın uzerine?

''modern zamanlar da, eski hikayeler..''

peki buradan asagısı kasımpaşa degil midir?

öyledir.






9 Eylül 2009 Çarşamba

ehh be yarraamm bende biliyorum oradan gol olmayacagını, icimdeki o hayvani vurma gudusune dair yorum yapsana aval aval bakarken dısarı cıkan topa..

6 Eylül 2009 Pazar

tom sawyer cocukken arkadasımdı, hatta sapan yapmasını ona ben ogretmistim.
gecen gun yolda karsılastık, şaşalıydı. eski ruhunu yansıtan tek yanı kravatını biraz gevsek baglamıs olmasıydı.

el sıkısıp ayrıldık, buruşuk sigara paketinden kırılmasın diye itinayla bi sigara cekip yaktım.

yokus asagı inerken cocuk sawyer geldi aklıma,

ve avladıgımız kuşlar.


26 Ağustos 2009 Çarşamba

system can't see it

bizim kucuk oglan biraz yabanidir,

ve anadolunun bazı sehirlerinde dolmustan inerken odersiniz.

guvenin ulan azcık birbirinize

su kadar bakın; ' '

serce parmagından kucuk bi aralık, elleriniz o kadar kucuk degilse.

kucuk bi bilgi: somonlar, kılıc balıklarından daha tekinsizdir.

18 Ağustos 2009 Salı

31 Temmuz 2009 Cuma

the priest they called him

b vitamininin depresyona ve cilde iyi geldigi soyleniyor,
huzur bu demek?
pek güzel ..

william'ın kitabı günde sadece bir saat ve kırk kusur dakika guneslenip dogal ve ucuz bi sekilde sertlesiyor.

bütün bunların yanında etrafta miskin bi telas, gereginden de gereksiz.

agustos böcegi görmeyeli kim bilir ne kadar olmustur? onları ne kadar sevdigimi bile unutmusken,

bi özlem daha ..

ya o gelir kapıyı calar,

ya da hic yagmasın ne yagmur ne de kar

20 Haziran 2009 Cumartesi

kötü adam ölünce arkasına ürperten bi kahkaha bırakır ya ,

sahne degisir

beraber gülüyoruz burada

n'haber; )

31 Mayıs 2009 Pazar

23 Mayıs 2009 Cumartesi

uvea'd amech, uvea'd amech

o ara neredeydiniz bilmiyorum.

benim gögsüm kıvırcık,

ellerim sıcacıktı.

8 Ocak 2009 Perşembe

yosun

üzgünmüs O

yüzü gülse de ici pek az bahtiyar,

söylemese de izi var, hem iz olmasada duyar baglıdır ya.


kedere,yalnızlıgın butun o sahte kalabalıgına, irlandaya, gozleri hüzün kopeklere, kopeklere, cash'e, cikolataya, terk edilmis ucuz hotele, gözleri al cocuga, gözleri güzellere, arabesk'e, salıncaklara, yurdundan uzak demir doven ellere, fabrikalara, converse, öksüzlere, zihni gokkusagı boyun egenlere, anarsistlere, besiktaslılara, peter pan'a, kelebeklere, zambaklara, ıssızlara, kendini vuracak kadar cesurlara, vazgecenlere, 7 ekim'e, taksim'e, butun salak kolyelere, bas agrısına,sarhosa, veliye,aliye, sagırlara,dilsizlere söz yok, yokluga, portakal suyuna ve boyoza, ve marilyn'e, zar tutanlara, sanslı olanlara,

gozleri günes gibi sevdigini parkta unutanlara gelsin bu kadeh,

zehir gibi.

bugun, ocak.

kimse ölmeyecek,

varsa cesaretiniz; her kim gucluyse benden borcum olsun söküp alabildiklerine..

velhasıl agrı kesicilere bagısıklıgım bundan coktandır.

büyümekten korkan, hayal dunyasında olan, ve hic degismemek isteyen uykuları yarım kalan cocuklara gelsin bu kadeh,

su gibi uyansınlar tanrım. butun agırlıkları benim olsun sabahın,

mavi gözlü devler gururu atese atıp, hanımeli bahceleri yaksın.

tek kisilik bandosuyum yalnızlıgın ..